Anadolu’nun güneyinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınır vilayetlerinden biri olan Hatay ilinin yönetim merkezi Antakya, 36 10′ kuzey enlemi ve 36 06′ doğu boylamı ile yurdumuzun en güneyinde yer alan kent niteliğindeki yerleşme merkezidir.
Akdeniz iklim bölgesinin doğu ucunda, kıyıdan 22 km. kadar içerde olar kentin denizden yüksekliği yaklaşık 80 m.dir. Kuzeyde Amanos Dağları (Nur Dağları) ile güneyde Kel Dağ (Cebel-i Akra) arasında kalan Aşağı Asi Vadisi’nin başlangıcında, Kel Dağı’nın kuzeydoğusunda, 440 m. rakımlı Habib-i Neccar Dağı’nın eteklerindedir. Kentin kuzeydoğusuna doğru gelişen ve Hatay çöküntü alanının ortasında yer alan Amik Ovası, zirai potansiyeli çok yüksek kalın bir alüvoyal toprak tabakası ile kaplı olup, aynı zamanda ilin en büyük toprak düzlüğünü oluşturur.
Başta Asi Nehri olmak üzere, Karasu ve Afrin Çayı ile beslenen Amik Ovası’nda, yakın zamanlara kadar Amik Gölü adı ile bilinen bir göl vardı. Ancak uzunluğu 16 km., genişliği 10 km. olan gölün ve göl çevresindeki bataklıklarla beraber 310 km2′yi bulan arazinin bir bölümünün kurutulması ile göl kayboldu. DSİ tarafından yürütülen ve 1955 yılında başlayıp 1980 yılında tamamlanmış olan kurutma işlemi sonucunda elde edilen zirai verimi yüksek topraklar çiftçilere dağıtılarak tarıma açılmıştır.
Antakya’nın ortasından geçen ve ovanın kurutulması çalışmaları sırasında nehir yatağının kentin içinden geçen kısmı ıslah edilerek düzgün bir kanal haline getirilmiş, Antik Çağ’ın Orontes’i olan günümüzün Asi Nehri’nin kaynağı, Lübnan Dağları’dır. Amanoslar ile Keldağ arasında bir yatak oluşturan Asi Nehri’nin toplam uzunluğu 380 km. olup, nehrin büyük bölümü Suriye toprakları içinde bulunmaktadır.
Kuzey yönünde yaklaşık 30 km. boyunca Türkiye-Suriye sınırını oluşturacak şekilde akan Asi Nehri, topraklarımıza girdikten sonra batıya döner ve bugün hemen hemen tümü kurutulmuş olan Amik Gölü’nün ayağı Küçük Asi ile birleştikten sonra güneydoğu doğrultusuna yönelir ve yaklaşık 40 km. sonra Samandağ’ın güneyinde bir delta oluşturarak Akdeniz’e kavuşur. Antik çağda küçük tonajlı nehir gemilerinin seyrüseferine imkan veren ve Antakya’yı asırlar boyu Akdeniz’e bir su yolu ile bağlanmış olan Asi Nehri’nin bugün akıttığı ortalama su miktarı, kentin içinde 5.04 m3/sn.dir. Asi’nin Antakya içinden geçen ve bir kanal haline getirilmiş olan yatağı, yaklaşık 2 km. uzunluğunda ve 30-35 m. genişliğindedir.
Kentin kuzeydoğusunda, üzerinde Demir Kapı’nın yer aldığı, St. Piyer Kilisesi yakınından geçen ve bir sel yatağı niteliğinde olan Hacı Kürüş Deresi ile güneybatıdaki Hamşen Deresi (Memekli Köprü’nün altından ve kışlanın yanından geçen) Habib Neccar Dağı’ndan doğarak Asi’ye doğru akan iki önemli su yatağıdır. XIX. yüzyıldan beri nehrin karşı tarafında, kuzeybatıdaki düzlüklerde kurulan yeni mahallelerle büyüyerek kendi mimari karakteri içinde gelişen Yeni Antakya’yı nehir ile Habib Neccar Dağı arasında kalan Eski Antakya’ya bağlayan dört köprüden üçü, bulundukları yer ve malzemeleri itibariyle tamamiyle yeni köprülerdir. İçlerinde en eskisi olan dördüncü köprü ise asırlarca yaya ve araç trafiğine hizmet etmiş olan eski köprünün bulunduğu yerde, modern malzeme kullanılarak inşa edilmiş, yeni bir köprüdür.
Amik Gölü’nün Asi Nehri aracılığı ile kurutulması projesi çerçevesinde, Asi’nin genişletilmesi ve yatağının taranması çalışmaları sırasında kentin Roma Çağı’ndan beri ayakta duran bu ünlü taş köprüsü (ki Diocletian zamanında yapıldığı tahmin edilir), 1972 yılında Hunharca ve acımasızca yıkılarak yerine bugünkü betonarme köprü inşa edilmiştir.
Belen ilçesi coğrafi mekan olarak tarihi olayların yaşandığı bir geçit olması yanında ismi itibariyle de tarihi eskiye dayanmaktadır. Belen'in adı Osmanlı döneminden önce Emeviler döneminde çeşitli adlarla anılmıştır.
Belen tarihi; Belen; dünya tarihinde ilk defa Osmanlı İmparatorluğu döneminde iskana açılmıştır. Sultan Selim Han 1516 yılında Mercidabık Zaferi ve Kilis ovasında Mısır Memluklarının bozgunu öncesinde ilk defa Belen geçidini bir kurmay gözüyle inceledi. Anadolu’nun Kuzey Suriye’ye açılan en uygun geçit olduğunu tesbit etti. Amanosların ikibin metre yüksekliğinde 150 kilometre boyunca bir duvar gibi devam eden sarp coğrafyasının, yalnız Belen geçidinde 600-700 metreye kadar alçaldığı geçitin, aynı zamanda askeri açıdan,ülke güvenliği açısından stratejik önemi vardır. Padişah bölgeye en kısa zamanda bir derbend oluşturulması talimatını verdi. Ancak, ömrü vefa etmedi.
Kanuni Sultan Süleyman, babasının projesini hayata geçirdi. 1535 yılında Bağdat seferinden dönen padişah İstanbul’a doğru giderken Belen Boğazından geçmiş, buranın askeri önemini bir kere daha müşahede edip, geçide bir derbend kurulmasını emretmiş.
Aynı yıl Derbend teşkiline başlandı. Arazinin çok engebeli ve yokuş oluşu sebebiyle, Türkmen şivesince buraya Belen adı verilmiştir.
Kanuni Sultan Süleyman, Kayseri,nin Develi İlçesinden seçme Oğuzlu 65 Yörük ailesini getirerek ilk mecburi iskan devlet eliyle gerçekleştirdi. İskanla birlikte, yaşanan yüzyılların dört yıldızlı otellerin işlevini gören Kervansaray (Han) inşa edildi. Hemen karşısına cami, hamam ve aynı sırada elli adet dükkan yapıldı.
Bugün hala cami, hamam ve dükkanlar Belen halkının hizmetindeyken, tarihi kervansarayın tavanı çökmüş olup, avlusu kısmen yaz aylarında çayhane olarak kullanılmaktadır. ( Komple tadilata girmiş olup 2005’te hizmete girmiştir.) Kanuni Sultan Süleyman’ın bugün Hatay halkına nazende bir armağan olan külliyesi bakımsız haliyle bile oryantel estetiği ve sağlamlığıyla muhteşem tarihimizin ve kültürel zenginliklerimizin bütün güzelliklerini günümüze kadar ulaştırabilmiştir.
Derbend teşkili amacıyla Belen’e getirilen halk vergiden muaf tutulmuştur. Çünkü görevleri nizami askeri takviye amacıyla korucu görevini üslenmişlerdir
Daha sonraki yıllarda, köylü ve esnaftan müslim-gayri müslim, Osmanlının sosyo-kültürel mozayiğinin Belen’e yerleşerek nüfusun artmakta olduğunu görüyoruz.
Bölgeden geçen Büyük Türk seyyahı Evliya Çelebi Belen yöresinden; Hava ve suyunun letafetinden halkın yüzü al-pençedir. Yalnız sokakları ve evleri gayetle dardır; diye not düşmüştür. Ormanlık ve engebeli olan coğrafi yapısıyla sosyal çalkantılara da değinmiştir.
Hatta Sarımazı ile Soğukoluk (Güzelyayla) arasında, bu gün çiftliklerin ve Belen Belediye mezbahasının bulunduğu boğazı kastederek…”Hele Derebahçe nam bir mevki vardır. Neuzübillah gece-gündüz harami eksik olmaz..”demiştir.
Derbend mensubu askeri birliğin görevi; bölgede asayişi ve halkın güvenliğini sağlamaktır. Aynı şekilde sorumlu oldukları birlikte, onarım ve tamirini de yaparlardı. Dış düşmana karşı da bütün sivil halk, tüm imkanlarını seferber ederek, hem askere lojistik destek verir, hem de vurucu güç olarak sıcak harbe katılırdı.
Derbentler diğer bir ifadeyle Asker-sivil karışımı, dış düşmana karşı organize olmuş, müşterek direniş merkezleriydi. Aynı tarihlerde, bugünkü Hatay coğrafyası içinde Payas, Bakras, Muratpaşa derbendleri meşur idi. Görev bölümüyle birlikte, derbendin kendi iç bünyesinde bir hiyerarşi de vardır. Bunlar yukardan aşağı, Derbernd ağası, çavuş, derbend Katibi, Muhtar, imam ve derbendin hizmetlileriydi. Başta Hac yolunun ve sure alaylarının güvenliği olmak üzere Belen Derbendi yüzlerce yıl halka ve devlete hizmet etmiştir. Belen Derbend, 1827’de Osmanlıya başkaldıran Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın ordularını Gedik’te aylarca oyaladılar. Mısır’dan yola çıkan ordu elini kolunu sallayarak Filistin-Ürdün-Suriye’yi engelsiz geçiyor, ancak Belen derbendinde duvara çarparcasına aylarca olduğu yere çakılıyor. Asi Mısır ordusu, Devlet-i ebed müddet adına ilk mukavemeti Belenlilerden görmüştür. Aylarca İstanbul’dan da herhangi bir destek takviye alamadan, geçitlere barikatlar kurarak vur-kaçlarla ve taciz atışlarıyla yılmadan çarpıştılar. Ancak bir Cuma günü ve Cuma namazı esnasında, belki Haçlıların yapabileceği bir gaddarlıkla Mısır Süvarilerinin ani baskınına uğradılar. İbadet halindeki insanlar kılıçtan geçirildi. Bu baskında Belenliler 13 bin şehit verdi. Kurtulabilenler Benlidere ve Atık koruluklarına çekildiler.
Fakat Anadolu içlerine hatta Kütahya önlerine kadar giren Mısır askerlerine, geri dönüşlerinde Toprakkale’den itibaren, Erzin Karamustafalıları, Ulaşlılar, Uzeyirli, Küçükalioğluları ve dağ koyaklarını tutan, öç almaya susamış, Belen’in şehit yakınları tarafından aralıksız çete baskınlarıyla toplam 60 bin nefer zayiat vermişler.
Dünya tarihinde ilk defa Belen'in yerleşim birimi olarak ortaya çıkması Kanuni Sultan Süleyman devrinde olmuştur. Bu dönemden önce şu anki Belen’in bulunduğu coğrafyada bir yerleşim birimi olduğu kaynaklarda mevcut değildir. Kanuni Sultan Süleyman devrinden önce ki kaynaklarda, Belen'den çok şu an Belen'e bağlı ve Belen'e uzaklığı yaklaşık 23 km ve güney batısında bulunan Bakras ve şu an harabe bir şekilde olan Bakras kalesinden söz edilmektedir. Bakras mevkii ve Bakras kalesi eski dönemlerde çevresindeki bölgelerin korunması açısından önem arz ettiği için tarihte bir çok medeniyet bu kaleye sahip olmuştur ve Bakras kalesi tarihte bir çok medeniyete hizmet vermiştir.
Kanuni Sultan Süleyman devrinden önce bir yerleşim biriminden ziyade geçit niteliğinde bir bölge olan Belen'in ve Bakras'ın eski tarihi hakkında bilgiler vilayet salnamelerinde mevcuttur. Vilayet salnamelerinde geçen bilgilerde bu bölgenin Arap tarihinde mühim rol oynadığı ve Bakras mevkiinin Emeviler döneminde gayet bayındır bir bölge ve stratejik önemi olduğu geçmektedir.
Belen, yerleşim birimi olarak kurulumundan evvel geçit bölgesi olduğu için Hac yolu olarak kullanıldığı kaynaklarda açıklanmaktadır. Ayrıca Belen geçidi Osmanlı Devleti zamanında Surre Alaylarının geçtiği güzergah üzerindedir. İstanbul Kartal'dan hareket eden Surre alayı Adana - Misis, Kurtkulağı Payas, Belen, Antakya üzerinden Halep vilayetine geçmekteydi. Adana ile Antakya arasında yol boyunca Surre Alayının güvenliğinden de Payas sancak beyi sorumluydu.
Tarihi süreç içerisinde birçok olaya tanıklık eden Belen'in bir yerleşim birimi olarak kurulmasını düşünen ve proje eden Yavuz Sultan Selim'dir. Yavuz Sultan Selim Çaldıran savaşına giderken bu bölgeden geçmiş, bir kumandan gözüyle bölgeyi incelemiş ve stratejik önemi nedeniyle bu bölgeye bir derbent (dar geçit) oluşturulması emrini vermiştir.
Belen'in ilk kuruluşu derbent şeklinde olup Kanuni Sultan Süleyman devrinde gerçekleşmiştir. Kanuni Sultan Süleyman buradan geçerken Belen'e birer cami, han hamam ve kervansaray yapılmasını emretmiş ve buraya ailelerin yerleştirilerek bölgenin derbent şeklinde teşekkülünü emretmiştir. Bir süre sonra da Belen mevkiine 250 derbentçi yerleştirilerek Belen derbent şeklinde kurulmuş ismine de Derbend-i Cebei-i Bakras maa İskenderun denilmiştir.
Bir kaç sene sonra da etraftan Belen'e 65 aile daha yerleştirilmiştir. İsmine de Ayne't-tell mezrua'sı (Tepecik Tımarı) denilmiştir. Belen'de o devirde yapılan sosyal tesisler (bunlar Kanuni Sultan Süleyman zamanında bir cami, han, hamam ve imaretten oluşmaktadır) ve halkının vergilerden muaf tutulması, önemli bir geçit ve derbent yeri olan bu mahallin hemen yakınında eski bir yerleşim merkezi durumundaki Bakras'a rağmen kısa zamanda gelişim sağlamıştır.
Belen'den eserinde bahseden Evliya Çelebi'de o devirlerdeki Belen köyünün durumundan söz etmektedir. Belen'in Halep eyaletine bağlı bir voyvodalık olduğunu ve yüz elli akçalık bir kaza olduğunu yedi yüz adet ev bulunduğunu ve bu evlerin birbiri üzerine havaleli bir bayır üzerinde kurulduğunu kaydetmektedir.
Belen'in köy kimliğinden kurtulup kasaba haline gelmesi ise 1183 hicri tarihinde gerçekleşmiştir. Osmanlı Padişahlarından III. Mustafa Han (1757 - 1774) zamanında Adana mutasarrıfı (eskiden bir sancağın en büyük yönetim görevlisi) olan Abdurrahman Paşa'nın yardımıyla Belen’e 400 aile daha yerleştirilerek Ayne't-tel mezruası olan Belen'in ismi resmi emirle Beylan şeklinde değiştirilmiştir
Belen bu tarihlerden sonra zaman içerisinde yapılan çalışmalar neticesinde gelişmesine devam etmiştir. Belen Osmanlı devlet teşkilatının idari düzenlemeleri gereğince 1865 tarihinde Halep Vilayetinin Payas sancağına bağlı bir konuma getirilmiştir. Bu tarihten önce Adana Vilayetine bağlı durumdadır. Halep Vilayetinin valiliğine ise 1867 tarihinden itibaren Ahmet Cevdet Paşa atanmıştır. Belen'in gelişmesini bulunduğu stratejik konuma borçludur. Ayrıca Osmanlı devleti zamanında yapılan sosyal tesisler gelişmesindeki diğer bir etkendir. Belen'in gelişmesinde diğer bir faktör Belen'in tam ortasından geçen yoldur.
Halep vilayetinin Payas sancağına bağlı ikinci dereceden merkez kaza konumunda olan Belen'in XIX. Yüzyılda Ahmet Cevdet Paşa'nın verdiği bilgiler ışığında: İskenderun'la birlikte Belen'de 1729 hane Müslüman, 312 hanesi de Hıristiyan olmak üzere toplam 2041 hanelik nüfus mevcuttu.
Belen'in tarihi seyri içerisindeki gelişmesine engel teşkil eden hadiseler de olmuştur. Belen'de 1238 ve 1288 hicri yıllarında olmak üzere iki defa deprem felaketine maruz kalmıştır. Kendi kendini toparlaması kaynakların ifadesi ile 20 - 30 seneyi bulmuştur. Belen’in kendini toparlayıp eski günlerine kavuşmasında Sultan II. Abdülhamid'in katkıları çok büyüktür. Belen'in tarihi süreç içerisinde gelişmesinde ki II. Abdülhamid Han'in payı kendi cebinden yaptığı eğitim ve ticarete dönük yatırımlardır. Belen’i günümüzde ortadan kesen E 91 karayolunun temelleri de o dönemde Sultan II. Abdülhamid Han'ın çalışmaları sayesinde atılmıştır.
1375 yılında Çukurova'nın Memlükler tarafından tarafından elegeçirilmesinden sonra Payas,Dörtyol ve Erzin bölgesi Özerli merkez olmak üzere Özeroğulları tarafından yönetilmeye Başlanmıştır.
Dörtyol ve çevresine yerleşen ilk Türk topluluğu olan Üçok Oğuzlarından Özeroğulları kışınbugünkü Özerli ve çevresinde oturuyorlar ve yazında Gavurdağlarında yaylıyorlardı.Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferinden sonra (1516) Dörtyol ve çevresi Osmanlı hakimiyetine geçmiş ve İskenderun ile Adana arasındaki bölgede "Özer İli" adı ile bir Sancak oluşturulmuştur. Uzeyr Sancağı'nın bilinen ilk sancak beyi (Mirliva) Özeroğullarından Ahmet Bey'dir.(1521-1527)1527 yılında Özer ili Sancağı "Uzeyr İli" adıyla Şam vilayetine bağlandı. Sancak'ta köylerdeki vergi mükellefi nüfus 1521'de 3825 hane, 1523'te 3855 hane,1526'da 4605 hane, 1543'te 5725 hane, 1573'te 3560 hanedir.
1573'te Özer İli Sancağına bağlı Uzeyr (27 köy), Arsuz (11 köy, 1 çeltik nehri), Bakras (11 köy), ve Darb-ı sâk (72 köy) adında dört nahiye bulunuyordu. İskenderun ve Süveyş tersanelerinin kereste ihtiyacı bile Özer İli bölgesindeki dağlardan karşılanıyordu.
16.yüzyıldaki en önemli geçim kaynağı hayvancılık olmakla beraber 1521-1573 yılları arasında 2 ila 22 arasında yıllara göre değişen değirmen halkın ihtiyaçlarını karşılamaktaydı.
Sokullu Mehmet Paşa, buranın kendisine dirlik olarak verilmesiyle Payas'ta Derbent Teşkilatı kurdurarak liman, tersane, iskele, han, hamam, bedesten camii yaptırmıştır.. 1574 yılında kervansarayın inşaatının tamamlanmasından sonra deniz ticareti Trablusşam limanından Payas'a kaymıştır. 1577 yılında İskele kulesinin (Cin kulesi) tamamlanmasından sonra kasaba halkını ve geçen yolcuları tehlikelere karşı korumak için Uzeyr Beyi ile Payas Kadısı'nın Payas'ta oturmaları emredilmiştir. Böylece Uzery Sancağı'nın merkezi Özerli'den Payas'a taşınmıştır.
III.Murat döneminde Uzeyr, Halep eyaletine bağlı sancak olarak yönetilmeye devam etmiştir. IV.Murat, İran seferine giderken 1638 yılının haziran ayında Payas'a gelmiştir.
Evliya Çelebi Ekim 1648'de Payas'a gelerek seyahatnamesinde şehir hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir.
17.yüzyıldan itibaren merkezi otoritenin zayıflamasıyla Uzeyr, Payas ve çevresinde şekavetin artması üzerine bölge yöneticilerine asayiş ve güvenliğin sağlanması için emir üstüne emirler gönderilmiştir.18.yüzyıldan itibaren Özer adının yerini aynı ailenin devamı olan Küçükalioğulları almıştır. 19.yy. başlarında Uzeyr ve Beylan, Adana vilayetine mülhak birer sancaktı. Adana valisi aynı zamanda bu iki sancağın mutasarrıflığına da bakıyordu. 3 Haziran 1865'te Ahmet Cevdet Paşa ve İbrahim Derviş Paşa gelene kadar Küçükalioğulları, Payas merkez olmak üzere Dörtyol ve çevresini, devletle araları zaman zaman bozularak da olsa yönetmişlerdir. 1865'ten itibaren Payas Sancağı Halep Vilayeti'ne bağlandı. (2 mahalle ve 38 köyden oluşuyordu) Payas merkez kazası ile Osmaniye ve Beylan kazaları Payas Sancağı'na bağlıydı. 1869'da Payas, Adana vilayetine bağlandı. Liva merkezi olan Payas kazası 1213 Müslim, 447 gayr-i Müslim olmak üzere 1660 hanedir. Payas Sancağı'nın tümünde ise 4330 hane İslam, 759 Hıristiyan olmak üzere toplam 5089 hane vardır.
1890'lı yıllarda Adana vilayeti Cebel-i Bereket Sancağı'na bağlı Payas kazasının 13207 Müslim, 125 Rum, 3498 Ermeni olmak üzere toplam 16830 nüfusu vardır.
1900'lü yılların başında Cebel-i Bereket Sanacağı'nın Payas kazasına bağlı olan Erzin'in merkezinde ve Ocaklı köyünde birer medrese vardır. Ocaklı medresesi halk tarafından yapılmıştır.
Daha önce sancak merkezi iken Adana vilayetinin Cebel-i Bereket sancağına bağlı bir kaza haline getirilen Payas'ın 1902 yılında 2 nahiyesi ve 46 köyü vardır. Mevcut daireler şunlardır:
Kaymakamlık, Kaza İdare Meclisi, Bidayet Mahkemesi, Mal Kalemi, Nüfus İdaresi, Hapishane-i Umumi, Ziraat Banka İdaresi, Tapu Dairesi, Orman Dairesi, Duyun-ı Umumiye İlk defa 1071 Malazgirt zaferinden sonra Müslüman Türklerle tanışan Dörtyol ve çevresine çoğunluğu Oğuzların Üçok kola mensup Türkmenler yerleşmiştir. Dörtyol'un ilk yerleşim yeri Özerli'dir ve ilk yöneticileri de Özeroğullarıdır. Dolayısıyla Dörtyol'un kuruluş yılları 11. yüzyılın sonlarına dayanmaktadır.
Aşık Paşazadeye göre Özeroğullarının Çukurova'ya gelmesi Süleyman Şah Gazi'nin Caber Kalesi önünde boğulmasının ardından konar-göçerlerin etrafa dağılmasıyla gerçekleşmiştir.
İdaresi, Telgraf İdaresi, Rüsûmat İdaresi, Reji İdaresi, Belediye Dairesi, Zabıta İdaresi. Okullar: Kasaba merkezi ile Kürtül, Çaylı, Azizli, Uzeyirli (Özerli), Ocaklı, Erzin, Yumurtalık, Kurtkulağı ve Çokmerzimen köylerinde ilkokullar vardır. Yeni yöntemlere göre eğitim-öğretim yapılan bu okullardan Ocaklı ve Erzin 1900 yılında, diğerleri 1899'da yapılmıştır.
Dörtyol adına ilk defa 1870'lerden itibaren tapu kayıtlarında Payas kazasının bir mevkii olarak rastlamaktayız. Kaza merkezi Aralık 1906 yılında Payas'tan Erzin'e taşınmıştır. Dörtyol mevkii merkez olmak üzere Şubat 1909'da, Dörtyol adıyla Adana vilayeti, Cebel-i Bereket Sancağı'na bağlı kaza merkezi oldu. Nisan 1910'dan itibaren Dörtyol kazasının adı Ümraniye olarak değiştirilmiştir. 2 Nisan 1912 tarihinde ise Suriye Vilayetindeki Ümraniye Leski adlı Hamidiye kazasının Dörtyol ile posta vs.de karıştırılmaması için
Akdam mevkii merkez olmak üzere Ümraniye'nin adı tekrar Dörtyol olarak değiştirilmiştir.
Mondros ateşkes antlaşmasından sonra 11 aralık 1918'de işgal edilen Dörtyol'da Milli Mücadele'nin ilk kurşunu 19 Aralık 1918'de Karakise köyünde Özerlili Hoca Ömer oğlu Mehmet (KARA) tarafından atılmıştır. Bu olaydan birkaç gün sonra Kara Hasan Paşa tarafından da Milli Mücadele'nin ilk Kuva-yı Milliye örgütü Dörtyol'da kurulmuştur. Fransız ve Ermenilerle yapılan mücadele sonucunda 9 Ocak 1922'de Dörtyol düşman işgalinden kurtarılmıştır.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; 14 Ocak 1925, 16 Mayıs 1926 ve 15 Şubat 1931 tarihlerinde olmak üzere toplam 3 defa Dörtyol'umuza teşrif etmişlerdir.
1939 yılına kadar Seyhan'a (ADANA) bağlı olan Dörtyol, Hatay'ın anavatana katılmasıyla bu ilimize bağlanmıştır.
Kurtuluş Savaşı'nın anısını yaşatmak üzere "İlk Kurşun Anıtı" 9 Ocak 1994'de, "ilk Kurşun Müzesi" 9 Ocak 1997'de açılmıştır.
Tarihi çok daha öncelere dayansa da İskenderun'un önemi hiç kuşkusuz Büyük İskender'in burayı tekrar kurmasıyla başlar. Milattan önce 333 yılında Asya seferine çıkan Büyük İskender'in İran Krallı III. Darius'u Issos yakınlarına yenmesinden sonra kurduğu şehrin o zamanki adı Alexandretta'dır.
Tarih Öncesi: Kentin kuruluşu tarih öncesi;devirlere dayanmaktadır. Karaağaç mıntıkasında Telli köy adını taşıyan höyükte Mc. Evan`ın bulduğu bazı çanak çömlek parçaları buranın antik çağ öncesi yerleşime açıldığını göstermektedir. Milattan Önce: MÖ. 2000`li yıllarda burada Hititler`e bağlı Kadu Beyliği`nin kurulduğu bilinmektedir. ( Kadu, Hitit`çe de körfez anlamına gelmektedir.) MÖ. 1200`lü yıllardan önce Fenikeli`ler burada "Myriaydus" adıyla bir koloni kurdular. Burası M.0. 1200`den sonra merkezi Reyhanlı (Kuruluo) olan geç devir Hattini krallığına bağlandı. MÖ. 7. yüzyılda Türk asıllı bir millet olan Hurriler`in eline geçen İskenderun ve çevresi MÖ. 6. yüzyılda Perslerin eline geçmiştir. İskenderun gerçek anlamıyla MÖ. 333 yılında, Asya seferine çıkmış olan Büyük İskender tarafından kurulmuştur. O zamanlar asıl adı "Alexandreia" idi.
Roma ve Sonrası: Roma hakimiyeti başladıktan sonra, İranlıların istilasına uğrayan kalesi tahrip edilip, yeniden inşa edilen şehrin adı Peutinger tabularında bu bölgede cüzzam hastalığı yayılmış olduğu söylentileriyle Alexandreia Scabiasa olarak gösterilmektedir. Nihayet yine düzeltme amacıyla 4. yüzyıldan itibaren "Küçük İskenderiye" de denilmiştir. Kalesi muhtemelen Abbasi halifesi tarafından yeniden inşa ettirildi. İslam kaynaklarında ismi İskenderiye, İskenderun`a olarak geçen şehir Doğu Roma İslam rekabeti sırasında defalarca el değiştirmiş Büyük Selçuklu Devletine sonra Eyyubiler`e geçmiş, Birinci Haçlı seferi sırasında Tancrede tarafından zapt edilmiştir (1097). Antakya Dukalığının Mısır Memlük Devleti tarafından ortadan kaldırılması üzerine 14 ve 15. yüzyılda bu bölge Memlükler`in Halep valileri ve bazen de Dulkadirliler emirliliğinin nüfuz sahasında kalmıştır.
Osmanlı Dönemi: Osmanlı yönetiminde seçkin bir hayat sürdüren İskenderun ve çevresi 1607 yılında Sadrazam Kuyucu Murat Paşa ile Celali Canbolatoğlu arasında Oruç ovasında meydana gelen savaş dolayısıyla hareketli olaylara şahit olmuştur. 17. yüzyılın başlarında ise Halep valisi Nasuh Paşa, bu günkü varyant yolu güzün deresi kanalının kesiştiği noktada hala bazı duvar kalıntılarının görüldüğü kalenin inşaatını başlatmıştır. Aynı zamanda, İskenderun, Osmanlı İmparatorluğu zamanında ticari ve stratejik özelliğini giderek arttıran bir yoğunlukla sürdürdü. Özellikle Doğu Akdeniz ticaretinde önemli bir liman vazifesi gören şehir, Orta Doğu ile olan ithalat ve ihracatta yerini almıştır. Bu liman özellikle 19. yüzyıldan itibaren Avrupalı sömürgeci devletlerin ilgi odağı haline gelmiş, Orta Doğuda yerleşme planlarında önemli bir yer tutarak rekabet unsuru haline gelmiştir. 1832 yılında Kavalalı Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşanın kumandasındaki Mısır ordusu, Ağa Hüseyin Paşa komutasında ki Osmanlı ordusunu Belen geçidinde ağır bir yenilgiye uğratınca İskenderun kısa bir süre için Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın yönetimine girmiştir. 1839`da Tanzimat ile birlikte yapılan idari düzenlemeyle İskenderun, Payas ve Belen ile birlikte Adana eyaletine bağlanmıştır. 1872 depremi İskenderun`da çok hasara neden oldu. 1881 yılında Maliye Müfettişi Mesut Bey İskenderun hakkında detaylı bir bayındırlık raporu hazırlayarak maliye nezaretine sunmuştur. Bu rapor üzerine demir yolunun İskenderun`a bağlanması kararlaştırılmış, liman genişletilmiş ve İskenderun Halep şosesinin yapımı hazırlanmıştır.19. Yüzyılın sonlarında Osmanlı topraklarında ilk petrol İskenderun'un Çengen köyünde bulunmuş,bölgede sondajlarda bazı sonuçlar alınmışsa da açılan kuyulardan verim sağlanamamış çalışmalar durdurulmuştur. 1912 yılında Bağdat demiryolunun tali bir hattı olarak Toprakkale-İskenderun demiryolu işletmeye açılmış ve şehrin Anadolu ile olan ulaşımı yoğunluk kazanmıştır.Bu tarihlerde İskenderun 4 mahalleden oluşan , 1 nahiyesi 24 köyü olan birinci sınıf kazadır.
Fransız İşgali: Osmanlı Devleti döneminde belirli bir idari bütünlük veya coğrafi bölge olarak tanımlanmayan, Fransız işgali döneminde “İskenderun sancağı” (kısaca Sancak) olarak adlandırılan ve 1936 yılında Atatürk tarafından Hatay adı verilen bölgenin Anavatan’a ilhakı, Türkiye’nin diplomasi tarihi açısından üstün bir başarı ve örnek bir olay teşkil etmektedir.
İskenderun Sancağı I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’nın Ortadoğu’daki nüfuz bölgesine dahil edilmiş, Milli Mücadele sırasında Türkiye ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara İtilafnamesi ile Türkiye’nin güney sınırları tespit edilirken, bu bölge Türk toprakları dışında bırakılmıştı. Sancak bölgesi Misakı Milli sınırları içinde olmasına rağmen, Milli Mücadele’nin henüz kesin bir sonuca ulaşmadığı bir sırada, Fransa ile savaşı sona erdiren bir anlaşma yapılırken; bölgenin Anavatandan ayrı kalmasını kabul etmek mecburiyeti hasıl olmuştu. Ancak Atatürk’ün liderliğinde yürütülen askeri ve siyasi mücadele sonunda bağımsızlığına kavuşan Türkiye, II. Dünya Savaşı öncesi uluslararası siyasal konjonktürü ustaca değerlendirerek bu milli meseleyi tekrar gündeme getirmiştir.
Genelde Türkiye’nin olduğu gibi, Hatay’a yönelik politika da bizzat Atatürk tarafından, fakat; diğer ilgili kişi ve kuruluşlarla birlikte tespit edilip, önce, Hatay’a bağımsızlık verilerek Suriye’den koparılması, daha sonra da Anavatana ilhak edilmesi şeklinde cereyan eden iki aşamalı bir strateji izlenmiştir. Bu temel strateji çerçevesinde Hatay meselesini kan dökmeden, en son aşamasına ulaştıran Atatürk aramızdan ayrılmış. Başta İsmet İnönü olmak üzere, Türk devlet adamları da belirlenen strateji gereği mutlu sonucu elde etmişlerdir.
İngiltere ve Fransa I. Dünya Savaşı içinde gizli olarak imzaladıkları Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu bölgesini paylaşmışlardı. Bu anlaşmaya göre Suriye, Lübnan ve Çukurova dolayısı ile Sancak bölgesi Fransa’nın nüfus bölgesine dahil edilmiştir. I.Dünya Savaşı sonunda 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada, Sancak bölgesi Türk küvetlerinin kontrolünde bulunuyordu. Ancak Mütarekenin 7. ve 16. maddelerini ileri süren itilaf devletleri bölgede Yıldırım Orduları Komutanı olarak bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın direnmesine rağmen 4 - 9 Kasım 1918’den itibaren başta İskenderun Limanı olmak üzere Hatay, Urfa, Antep, Maraş ve Çukurova bölgesini işgal etmişlerdir. İşgallere paralel olarak gizli anlaşma gereği bölge Fransa’ya bırakılmış, Fransa da bölgedeki hakimiyetini sağlamlaştırmak amacıyla 27 Kasım 1918’de merkezi Beyrut’ta bulunan Fransız Yüksek Komiseri General Gouraud tarafından yayınlanan bir kararname ile “İskenderun Sancağı”nı kurmuştur.
Mondros Antlaşması ile bu topraklarda görevi bitmiş olan Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal Paşa, tekrar geldiği Adana'da bu işgal hareketini müttefik orduları kumandanı Mareşal Allanby nezdinde protesto ederken, ilerde Hatay Meselesi haline gelecek olan bu konuya, o tarihten itibaren ilgi duymaya başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa Çukurova’da yapmış olduğu çalışmalarla bölge insanını ileride meydana gelebilecek işgallere karşı önce fikirsel olarak hazırlamış ve sonra da halkın örgütlenmesini istemişti. Mustafa Kemal Paşa’nın yönlendirmesini dikkate alan bölge halkı kurtuluş fikri ile hareket ederek, düşman istilasına karşı milli mukavemeti oluşturmak amacıyla örgütlenmişti. Örgütlenen bölge halkı Kuva-yi Milliye adıyla küçük müfrezeler meydana getirerek işgallere karşı direnişe geçmişti. Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleriyle hareket eden bölge insanı, milli direnişin ilk kıvılcımını 19 Aralık 1919 da düşmana karşı sıkılan ilk kurşun ile Dörtyol’da başlatmıştır. Dörtyol yöresinde başlayan ilk Milli
Mukavemetler, gittikçe bütün kutsal vatan topraklarına yayılmış, ayrıca çığ gibi büyüyerek, Milli Mücadele şeklini almış ve düzenli ordu şekline de dönüşerek, 9 Eylül 1922 günü düşmanın denize dökülmesiyle büyük bir başarıya ulaşmıştır.
Yerli halkın ileri gelenlerinden bir grubun Fransız yönetimine karşı mücadele kararı alması ile sancakta ilk direniş hareketinin çekirdeği kurulmuş oldu. Bu grubun liderliğinde hareket eden mücahitler, zaman zaman Fransız işgalcileri ile silahlı çatışmaya da girdiler. 13 Temmuz 1919'da İskenderun Sancağı'na gelerek halka Fransız yönetiminden memnun olup olmadıklarını soran Amerikan heyetine büyük çoğunluğun Türk idaresini istedikleri şeklindeki beyanı, Fransız yönetimine karşı başlatılan direniş hareketinin haklılığını göstermekte idi.
Sivas Kongresi'nde ilk esasları meydana çıkmış olan Misak-ı Milli kavramı ile ilgili olarak bu direniş hareketinin önde gelen isimlerinden Tayfur Ata Bey (Sökmen) ile Ankara arasında yapılan yazışmalarda, İskenderun Sancağı ve havalisinin de (Hatay) bu hudutlar içerisinde olduğunun Mustafa Kemal tarafından belirtilmiş olması, bir süredir Misak-ı Milli hududu dışında kaldıkları kuşkusu içinde olan bölge halkının maneviyatını yükseltti.
Güneydoğu Anadolu ve İskenderun Sancağı'nda iki yıldır süregelen ve Fransız hükümetini huzursuz eden direniş hareketinin ve çatışmaların sona erdirilmesi amacıyla, Ankara Hükümeti ile 9 Haziran 1921 tarihinde başlanan görüşmelerin, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile bir uzlaşma ortamına girmesi üzerine, Antakya'da Fransız yönetimine karşı sürdürülen direniş faaliyetine bir süre ara verildi. Ancak, antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre önce, 26 Ağustos 1921 tarihinde, Fransızlar bütün Suriye'yi işgal ederek, daha önce kurmuş oldukları Faysal başkanlığındaki Suriye Hükümeti'ne son vermiş ve ülkede manda yönetimini uygulamaya başlamışlardı.
Ankara Antlaşması hükümleri içinde sancak dahilindeki okullarda Türkçe'nin okutulması, Arapça'nın yanında Türkçe'nin de resmi mahiyette bir dil olması, Türk Kültürünün yayılması, sancak bayrağının Türk Bayrağı'na benzer bir bayrak olması gibi maddeler bulunmasına rağmen, Fransızlar bu maddeleri hiçbir zaman uygulamadılar. Özellikle eğitim ve sağlık hizmetlerinde, Hristiyan nüfusu, Türk nüfusa yeğ tutan bir davranış içine girdiler. Bu tutum, sancakta yaşayan farklı etnik grupların, farklı dili konuşanların ve farklı siyasi akımlara mensup olanların çatıştığı karışık bir ortam yarattı.
Fransızların, İskenderun Sancağı'ndan çekilmemeleri ve sancak içindeki Türk nüfusa karşı davranışlarındaki eşitsizlik üzerine tekrar faaliyete geçen direniş örgütü, merkezi Adana'da olan, Tayfur Ata Bey (Sökmen) başkanlığında, İskenderun ve Havalisi Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti'ni kurarak, Ankara ile ilişkilerini devam ettirdiler ve bir heyet halinde Ankara'ya giderek, Mustafa Kemal'den bölge ile ilgilenmesini istediler.
1922'de Fransızlar tarafından Suriye Devletleri Federasyonu kuruldu ve İskenderun Sancağı, Federasyona bağlı olan Halep Devleti içinde yer aldı. Ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü garanti altına alan ve yeni Türkiye Devleti'nin sınırlarını çizen Lozan Antlaşması'nda esaslı bir şekilde ele alınmayan ve bu nedenle yöre halkının umutsuzluğa sevk eden Hatay Meselesi, Atatürk'ün 15 Mart 1923 günü Adana'da yaptığı konuşmada, “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz. Günü gelecek siz de kurtulacaksınız” diyerek Hatay konusuna bakış açısını net bir şekilde ortaya koymuştur.
Gelişen olaylar karşısında bölgede yaşayan diğer etnik gruplara karşı da örgütlenme ihtiyacı duyan Türk nüfus, Türkiye ile birleşme temasını işleyen Altın-Özü isimli bir gazete ile faaliyeti çok kısa süren Antakya Halk Fıkrası adlı bir de parti kurdular.
Bölgedeki huzursuzlukların Milletler Cemiyeti'nde yaptığı etkiler sonucu 1926 yılında Fransızlar, İskenderun'da bir hükümet kurulması teklifini gündeme getirdiler. Teklife göre, Beyrut'taki yüksek komiserliğe bağlı olarak çalışacak bu hükümetin kendi anayasası, kendi meclisi ve seçilmiş bir başkanı bulunacaktı. Hükümet merkezi olarak İskenderun öngörülmekteydi. Bu hükümetin teşkili amacıyla yapılan seçimler sonucunda, Arapların çoğunlukta olduğu bir meclis oluştu. Başkanlığına da Ahmet Türkmen'in adaylığına karşılık, İskenderun Sancağı'nda Fransız olağanüstü komiserinin delegeliğini yapan H. Duriex'in getirildiği Bağımsız İskenderun hükümeti, gördüğü tepkiler karşısında kısa bir süre sonra ismini, Kuzey Suriye Hükümeti olarak değiştirme kararı aldı.
Anayasaları gereği sancağın bağımsızlığı için yemin etmiş olan Kuzey Suriye Meclisi milletvekilleri bu karardan dört gün sonra, Şam'daki Merkezi Suriye Hükümeti'ne bağlanma kararı aldı. Ortaya çıkan bu yeni durum üzerine Fransa'nın Suriye üzerindeki manda yönetiminin sona ereceği 1935 yılından sonra, İskenderun Sancağı'nın geleceğini, Türk nüfusun çıkarlarına uygun bir neticeye ulaştırmak amacında olan Türkler, Fransızların engelleme gayretlerine rağmen hedeflerine ulaşmak için yoğun bir propaganda faaliyetine girmişlerdir.
Hatay Devleti: Fransa`nın Suriye`ye bağımsızlık tanıması için yapılan çalışmalar üzerine Türk Hükümetinin müdahalesi ile bağımsız Hatay devleti kurulmuş aynı gün Hatay meclisi yasama çalışmalarına başlamıştır. Anavatana İlhak: Nihayet bir yıl sonra bu meclis Hatay`ın Anavatana katılması kararını alınca İskenderun, Türkiye sınırlarına dahil olmuştur. 5 Temmuz 1938 Günü Türk Ordusu İskenderun`a girmiştir.
Reyhanlı tarihi coğrafi konumu nedeniyle Hatay bölgesiyle birlikte ele alınarak incelenmelidir, Hatay yöresi tarihi, İsa’dan Önce Paleolitik Döneme (Yontma taş Dönemine) kadar uzanır. Neolitik, Kalkolitik, Tunç Çağlarında Reyhanlı ve çevresinde yerleşime ilişkin izlere rastlanmıştır. Tarihi izlere; Tel-Cüdeyde, Vadi el-Hamam, Tel-Dahab, Tel-Tainat, Tel-Açana, Çatalhöyük vs. eski yerleşim merkezleri olan höyüklerde rastlandı.
Tel-Açanada Yamhad Kralı Hammurabi’nin saray kalıntıları kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Hatay yöresi daha sonraları Hititlerin, Hurri Mitanni beyliğinin, Mısır egemenliğinin etkisine girdi, Daha sonraları el değiştiren bölge İ.O. 1200’lerdeki karışıklıklar nedeniyle Hattena adıyla prensliklere sahne oldu. Merkez ise Çatalhöyük oldu. İ.Ö. 9. yüzyılda Asur Kralı Asur-Nasır-Apli, Afrin Çayını geçerek Çatalhöyük’e gelmiştir. Aynı yüzyılda bölge Aramileşmiştir, Bölgenin adı Unqi ya da Aramca da Amq (bugünkü Amuk) haline gelmiştir. Bu yıllarda meydana gelen olaylara ilişkin yer ve kral adları, Tainat, Tüleyl ve Demirköprü ile Kırcaoğlu yörelerindeki hiyeroglif yazıtlarından okunmaktadır. İ.Ö.4.yüzyılda Makedonyalı Büyük İskender’den sonra bölge Ön Asya’nın üç önemli yolunu birleştiriyordu. İ.Ö. 64 yılında bölge Roma egemenliğine girdi. İ.S. 94 yılında Roma imparatoru Septimus Severus Antakya’ya geldi. İ.S. 260 yılında Sasani Kralı Şapur, İ.S. 268 yılında ise Palmyralı Zenobia bölgeyi aldı. 333 yılında Roma askerleri Antakya'yı yağmaladılar. 395 yılında bölge, Doğu Roma (Bizans) sınırlarında kaldı. 540 yılında Sasani Kralı Anuşirevan, 589 yılında yine Sasani Kralı IV. Hürmüz, 610 da Kral Dara bölgeye girdiler.
638 yılında Araplar Antakya'ya girdiler. Abbasiler döneminde yörede vergi kaldırıldı. Bölge halkı rahat ve huzur içinde yaşadı. 9. yüzyılda Halep’te Hamdaniler Devleti kurulunca, Hatay bölgesi bu Devlete bağlandı. (944–969) Bizanslılar 969 yılında bölgeyi ele geçirdiler. Hanoğlu Harun adındaki Karahanlı prensi, Bin Oğuz atlısıyla geldiği bölgede, Artah (Reyhanlı) ve İmm (Yenişehir) kalelerini fethetti. (1067) Türkmen ve Arap kuvvetleri, Halep yöresindeki Bizans güçlerini yendiler. 1068 yılında Bizans İmparatoru Romanos Diogenes, bu iki kaleyi geri aldı. 1071 yılındaki Malazgirt Meydan Savaşından sonra Türklerin akınları arttı. 1084 Aralık ayında Antakya, Süleymanşah tarafından fethedildi. Daha sonra 1085 yılında Harim, Artah gibi kaleleri fethetti. Sultan Melikşah 1086 yılında Antakya’ya geldi. 30 Haziran 1098 yılında Haçlılar Antakya’yı ele geçirdiler. Ancak Küdüse gitmek üzere doğuya yönelmelerine rağmen Artah kalesini alamadılar. Geriye dönerek deniz yoluyla Kudüse gittiler. Hatay yöresi daha sonraki yıllarda sık sık ele değiştirdi. 1268 yılında Memlük Sultanı Baybars Hataya hâkim oldu. 1378 yılında Dulkadiroğlu Beyliği Hataya girdi, Amik Ovasını aldı.
24 Ağustos 1516da yapılan Mercidabık Savaşı’ndan sonra Hatay, Osmanlı yönetimine girdi. Osmanlı imparatorluğu; askeri, siyasi, ekonomik yönden zayıflayınca, asker toplamak, tarımsal ürünü arttırmak ve ekonomiyi güçlendirmek üzere, yöredeki Aşiretleri iskân ettirmeye karar verdi, 18 Nisan l690 tarihinde Konya toplantısında, bölgedeki Aşiretlerden savaşlara katılacaklarına dair söz alındı. Bu Aşiretlerin içinde Reyhanlı Aşireti vardı. Rakka, Halep ve Antakya çevresine bu 'Türkmen Aşiretleri iskân ettirilirken, Hama çevresine de Arap Aşiretleri zorla iskâna tabi tutuldular (1720). Ancak bunlar daha sonraları yerlerini terk ederek göçebeliğe döndüler. 1772'de Halil ve Osman Paşaların isyanı görülür. Kilis’te isyan bastırılır. 1630lu yıllarda Hatay bölgesi, Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa tarafından ele geçirilir. 18. ve 19. yüzyıllarda bölgede eşkıyalık hareketleri görülür. Aşiretlerin bölgeyi talan etmeleri konuşulmaya devam edilir. Amik Ovası Merkez olmak üzere, doğu ve güneye doğru (Kilis, Elbeyli, Asi Nehri, Halep’in kuzeyi) olan bölgede Reyhanlı Aşireti; Mursallı (2) kol, Bahadırlı(2) kol, Sarıcalı (2) kol, Kodallı, Corslu, Torunlu, Löklü, Karaahmetli, Yirdinli, Tevekkelli olmak üzere 13 kola ayrılmıştı. 1802 yılındaki nüfusu 50.000den fazlaydı. 1865 yılında Islah Birliği (Fırka-i İslâhiye), Derviş İbrahim Paşa ile Cevdet Paşa komutalarında İskenderun’a geldi. Reyhanîye adıyla bir yerleşim merkezi, Amik Ovasının doğusunda Sonbaharda Kuruldu. 1867 yılı verilerine göre Reyhanîye hane sayışı 2200 idi. Buraya daha sonraki yıllarda Tatar, Kafkas, Trakya göçmenleri yerleştirildi.
I.Dünya Savaşı sonunda Mondros Mütarekesi imzalanınca Ekim 1918'de İngilizler Halep'e girdiler. Aralık 1910 da Hatay tamamen işgal edildi. 19 Aralık 1918 de Fransızlara karşı ilk direniş başladı. Mürseloğlu Tayfur (Sökmen), Dedebeyzade Hakkı Bey, Türkmenzade Ahmet Bey, Yüzbaşı Asım Beyin yönetiminde toplandılar. Aralarında görev bölümü yaptılar. Mürselzade Tayfur Bey Amik Ovasındaki yerel direnişçilerin başına geçti. İşgalci Fransızlara karşı, Harim, Kırıkhan baskınları başladı. Eylül 1919dan sonra Hatay’da Müdafaa-i Hukuk örgütü kuruldu. 1920–1921 yılları Fransızlara karşı direnişle geçti. 20 Ekim 1921 tarihinde Fransızlarla, Ankara Antlaşması imzalandı. Buna göre Hatay, Fransız mandasına bırakıldı. Hatay, İskenderun Sancağı adıyla özerk oldu. Ancak Fransızların baskısı üzerine yöre halkı tekrar direnişe devam etti. 9 Eylül 1936 yılında Fransa, Suriye'nin egemenliğini tanıdı. İskenderun sancağı ise Fransız özerk yönetiminde idi.
29 Mayıs 1937 yılında Milletler Cemiyetince kabul edilen yeni anayasa ile İskenderun Sancağı özgün bir uluslararası statüye kavuştu. Ankara'da Türk ve Fransız askeri kurulları arasındaki görüşmelere Antakya’da devam edildi. 4 Temmuz 1938de antlaşma imzalandı. Buna göre Türk ve Fransız askerleri Hataya girerek düzeni sağlayacaktı. 5 Temmuz 1938de Türk askeri Hataya girdi. Reyhanlıya girişi de 8 Temmuz 1938 de oldu. Hatay Millet Meclisi 2 Eylül 1938 günü toplandı.
Devlet Başkanlığına Reyhanlılı Tayfur SÖKMEN seçildi. 23 Haziran 1939 tarihinde Hatay Millet Meclisi Türkiye’ye katılma kararı aldı. 23 Temmuz 1939 tarihinde ise son Fransız askeri de Hatay’dan ayrıldı. 7 Temmuz. 1939da 3711 Sayılı yasa ile TBMM tarafından Hatay il, Reyhanlı ilçe oldu. Reyhanîye adı, Reyhanlı olarak değiştirildi. Reyhanlıya Türk Askerinin Girişi anısına her yıl, 8 TEMMUZ günü törenler yapılır.
Altınözü 1516 yılında Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına katılmış ve Antakya vilayetine bağlanmıştır. I. Dünya Savaşından sonra Fransızların eline geçmiş ve 23 Temmuz 1939’da anavatana kavuşmuştur. 1945 yılında ilçe olmuştur.
Mülki hudutlar içerisinde 4 belediye teşkilatı ile 41 köy bulunmaktadır. Altınkaya, Yiğityolu, Hacıpaşa ve Altınözü merkez beldelerinde belediye teşkilatı mevcuttur.
İlçe nüfusunun büyük bir kısmı geçimini tarımsal faaliyetlerden temin etmekte, küçük bir kısmı da el sanatları ile geçimini sağlamaktadır. İlçe halkının belli başlı gelir kaynağı buğday, zeytin ve tütün ürünlerine dayanmaktadır. Nüfusun yoğun oluşu nedeniyle tarım alanları yetersiz olduğundan nüfusun büyük bölümü Çukurova ve Amik Ovasına mevsimlik tarım işçisi olarak çalışmaya gitmektedir.
NÜFUS DURUMU:
ilçemiz nüfusu 2000 yılı genel nüfus sayımı sonuçlarına göre 59.261 olup, bu nüfusun 5,434'ü ilçe merkezinde, 53,827 belde ve köylerimizde yaşamaktadır.
İlçemiz farklı kültür ve dini inançlara sahip vatandaşlarımızın bir arada huzur içerisinde yaşadığı bir yerdir.
İDARİ DURUMU
İlçemiz mülki hudutları içerisinde ilçe belediyesi, Altınkaya, Yiğityolu ve Hacıpaşa Belde Belediye Başkanlığı olmak üzere toplam 4 belediye teşkilatı ve 41 köy bulunmaktadır.
SOSYAL DURUMU
İlçe nüfusunun % 90'ı tarımsal faaliyetler % 10'u ise küçük çaptaki el sanatları ile uğraşmaktadır. İlçe halkanın belli başlı gelir kaynağı Buğday, Zeytin ve Tütün ürünlerine dayanmaktadır.
Vatandaşların yoğun olarak yaşadığı kırsal kesimde gelir seviyesi düşük olduğundan halkın büyük bölümü Çukurova ve Amik ovalarına mevsimlik tarım işçisi olarak çalışmaya gitmekte olup, bir kısımı da Yurt Dışında çalışmaktadır.
Arsuz bölgesi, İskenderun’dan 40 kilometre boyunca güneyde sahil şeridi üzerinde ve merkezi Arsuz Çayı ağzında bulunan turistik bir beldedir. Tarihi boyunca ” Rhosus”, “Rhopolis”, ” Port Panel” , “Kabev” ve “Arsous” gibi isimlerle anılmıştır.
Arsuz’da ilk yerleşim çok eskilere dayanır. Ancak bilinen tarihi Selevkoslarla başlar. Arsuz, M.Ö. 300 yıllarında Makedonya kralı Büyük İskender’in generallerinden Selevkos I. Nikator’un, M.Ö. 64′te Roma’nın, M.S. 638 yılında Arapların, 969 yılında Bizans’lıların ve 1268′de Memlüklüler’in egemenliği altına girdi.
Arsuz, Bizans ve Roma döneminde önemli bir liman ve yerleşim yeri idi. Bu dönemlere ait tarihi bir bölümü günümüzde mevcut olup, askeri bölge içerisindedir.
Bilindiği gibi Senpiyer’de buradan geçmiş ve Antakya’da Hiristyanlığın hac merkezi haline gelen Senpiyer Kilisesini Antakya dağlarının eteğine kurmuştur. İşte Hiristyan öncülerinin seçtikleri yol güzergahında bulunan Arsuz yöremiz, miladi yıldan hatta milattan önceki yıllardan beri bir çok medeniyetlere kucak açmış ve bu medeniyetlerin etkisi altında kalmıştır.
İskenderun’un Arsuz yol kavşağı denilen mevkiden başlayan ve sahil boyunca yaklaşık 5 ila 10 kilometrelik vadiler, ovalarla devam eden Arsuz yöremizin 40 kilometre uzunluğundaki deniz sahil şeridi bir çok ülke insanının yerleşim ve yaşam yeri olmuştur
Nardüzünden başlayan Arsuz yöremiz sahil şeridini takiple Domuzburnuna kadar uzanır. Burada yaşayan Hiristyanlar geniş arazilere sahip olmuş tarımla uğraşarak buradaki mümbit topraklardan uzun yıllar yararlanmışlardır.
Antik çağın ünlü Daphne kentidir. Efsaneye göre Zeus'un oğlu ışık tanrısı Apollon, ırmak kenarında gördüğü genç ve güzel bir kız olan Daphne'ye aşık olur ve onunla konuşmak ister.
Daphne'yi kovalar. Daphne kurtulamayacağını anlar. "Ey toprak ana beni ört, beni sakla, beni koru" diye yalvarır. Daphne ağaca dönüşür. Apollon şaşırır. Bu olaydan sonra şiir ve silah zaferi, defne ağacının dalıyla mükafatlandırılır ve Daphne'nin gözyaşlarının Harbiye'deki şelaleleri meydana getirdiğine inanılır.
Seleucus döneminde, çağlayanlarıyla tanınan ve bir sayfiye yeri olan Daphne, çok sayıda köşkleri, tapınakları ve eğlence yerleri ile ünlüydü. Stadyumunda düzenlenen olimpiyatların ihtişamı dillere destandı. Ancak şiddetli depremler bu şehri yerle bir etmiş, günümüze gözle görülür herhangi bir eser kalmamıştır.
Erzin'in, Fatih Sultan Mehmet ile Uzun Hasan arasında 1473 yılında yapılan Otlukbeli Savaşından sonra, Doğu'dan gelen Türk Boyları tarafından kurulduğu; adının da Orta Asya'da Tannu (Tanrı) Dağları civarında bulunan (Tannu Ola) Erzin Şehrinin isminden geldiği ileri sürülmektedir.
Erzin; 1906 yılında mutasarrıflık olmuş, ancak 1909 yılında Bucak haline dönüştürülmüştür. 11/07/1939 tarihinde de Adana'dan ayrılarak Hatay İline bağlanmıştır.
Erzin İlçesi çevresinde 3500 yıl öncesine kadar uzanan İsos Harabeleri, Su Kemerleri, Romalılar ve Persler'e ait mezarlar, Kilise ve Kale Kalıntıları ile geçmişini simgeleyen tarihi eserler bulunmaktadır.
Birinci Dünya Savaşından sonra Erzin, Fransız ve Ermenilerin işgaline uğramış, 4 yıl kadar bunların işgalinde kalmış ve 8 Ocak 1922 tarihinde İstiklaline kavuşmuştur. Bu tarih İlçenin Kurtuluş Günü olarak kutlanmaktadır.
Hassa ilçesinin kurulu olduğu bölge M.Ö. 3000 yıllarından beri yerleşim alanı olarak kullanılmaktadır. Bölgede Akadlar, Babilliler, Asurlular, Hititler, İskitler, Persler, Selevkouslar, Kilikya Krallığı, Romalılar, Emeviler, Abbasiler, Tolunoğlulları, İhşitler, Selçuklular, Eyyubiler, Memlüklüler egemenlik sürmüşlerdir. l516 Mercidabık Zaferi ile Osmanlıların yönetimine geçmiştir.
Hassa İlçesi 1864-1865 yıllarında Amanos Dağlarında yaşamakta olan “ULAŞLI” boyunun isyanı üzerine bölgeye gönderilen Osmanlı Fırka-ı İslahiye birlikleri komutanı olan İbrahim Derviş Paşa’nın isyanı bastırarak (Seyyar Jandarma bölüğünün eskiden bulunduğu, mevcut belediye şehir parkının bulunduğu yerde) bölgede konaklaması ile kurulmuştur. Ordu–Köyü namı ile bir karye olarak teşkil olunan Hassa’ya civar nahiyeler olan Hacılar, Tiyek ve Akbez’den haneler getirilerek yerleştirilir ve Maraş Mutasarrıflığına bağlanır.
İlçemiz Birinci Dünya Savaşı sırasında 1918 yılında Fransızlarca ilk kez işgal edilir. Çetelerin şiddetli mukavemeti sonucunda çekilmek zorunda kalan Fransızlar 10 Kasım 1920’de ikinci kez, 09-10 Mart 1921’de üçüncü kez, ve 15 Mart 1921’de son kez işgale uğrar. 20 Ekim 1921 Ankara İtilaf namesi ile 5 Ocak 1922 tarihinde Fransız birliklerince boşaltılır. Bu karışık dönemde Türk Çeteleri Hassa’ya girerek, Kasım 1921’de hükümet binasına Osmanlı Sancağı çekmişler, sınırı ve kurtuluşu fiili hale getirmişlerdir. Halk arasında bu tarih 15 Kasım olarak bilinmekte ve bu tarih kurtuluş bayramı olarak kutlanmaktadır.
Hassa İlçesi Hatay’ın Türkiye’ye katılışına kadar Gaziantep ili, İslahiye İlçesine bağlı bir bucak iken, Hatay’ın ilhakı ile (1939) ilçe konumuna erişmiştir. İlçemiz 5 Belde ve 28 köyden (19 bağlısı) oluşmaktadır.
Kırıkhan'ın tarihi yapısı İsa'nın doğumundan 3000 yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Bağlı bulunduğu Hatay merkezi ile tarihi bir uyumluluk gösteren ilçe merkezinde orta paleolitik döneme ait kalıntı bulunmamakla birlikte sırasıyla Akat, Hurr, Hitit, Asur ve Pers akınları ile kısa süreli yerleşimlerin yöre için söz konusu olduğu kesindir.
Özellikle Milattan 33 yıl öncesine kadar Makedonyalı Büyük İskender’in Pers İmparatorluğunu yıkması ile birlikte kurulan yeni düzen Kırıkhan'da yoğun yerleşimlere sahne olmuştur. Gerek bu yıllarda gerekse daha sonraki dönemlerde şimdiki Alaybeyli bölgesinin iskan edildiği tespit edilmiştir. Helenistik dönemin izlerini taşıyan Darb-ı Sak kalesi ile ova boyunca bir dizi halinde yer alan höyükler Kırıkhan'ın bir güvenlik ve haber alma merkezi olarak düşünüldüğünü ortaya koymaktadır. Halen tescilli 34 höyük mevcuttur.
Kırıkhan Akdeniz den doğuya açılan ticaret yollarının kesiştiği yer olması özelliğini taşıyan İskenderun'dan Halep'e, Antakya'dan Kahramanmaraş'a ve Gaziantep'e giden yollar buradan geçtiği için Osmanlı İmparatorluğu döneminde de yerleşim bölgesi olarak gelişimine devam etmektedir.
Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Belen kazasına bağlı bir nahiye iken 1924 yılında İlçe merkezi olan Kırıkhan, l939 yılında Türkiye Cumhuriyeti yönetimine girmiştir.
Kırıkhan adının nereden geldiği konusunda iki ayrı görüş bulunmaktadır. Bunlardan birisi ticaretin yoğun olduğu yıllarda kervanların konaklaması için yapılan Kırk-hanın bulunduğudur, diğeri ise geçmişte bir hanın varlığı ve bunun oldukça bakımsız ve kırık dökük olmasıdır.
Amik ovasının merkezinde bulunan İlçemiz 1945 yılından önce Amik Gölünün İstilası altında çeşitli sazlıklara kaplı bataklık bir yer iken, 1945 yılında iskan yeri olarak tahsis edilmesinden sonra İlk olarak “CAMUZLAR” olarak tabir edilen dört beş ailenin gelip yerleşmesi ile “KİLLİK KÖYÜ” olarak yerleşim yeri olmuştur.
Daha sonra Çevrenin büyük köylerinde yaşayan topraksız vatandaşlar gelip bu yere yerleşmişlerdir. 1945 yılında nüfus başına 14 dönüm olarak tahsis edilen bataklık ve sazlık alanlar 1947 yılında bataklığın kurutulması ile tarıma açılmış, kaliteli ve bol ürünler yetiştirilmeye başlanmıştır.
Çevre köylerden göçün hızla devam etmesi ile KİLLİK kısa zamanda ovanın en büyük köyü olmuştur. bunun sonucu olarak 1956 yılında Hamam köyünde bulunan Nahiye ve Jandarma Teşkilatı Killik”e nakledilmiştir. 1965 yılında nüfusu 2000 in üzerine çıkması ile kasaba, 1968 yılında da Belediye Teşkilatı kurulmuştur. Belediyenin hizmete başlaması ile birlikte KİLLİK olan adı değiştirilerek KUMLU olmuştur.
Göl sularının kurutulması ve arazinin kumul olması nedeniyle 1945 lerden bu yana halk arasında KUMUL olarak anılan iskan yeri böylece 1968 yılında resmen KUMLU olarak tescil edilmiştir.
İlçemiz 09.05.1990 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilen ve 20 Mayıs 1990 tarih ve 20523 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 3644 sayılı Kanun’la Reyhanlı İlçesinden ayrılarak 09 Eylül 1991 tarihinde ilk Kaymakamın göreve başlamasıyla Hatay İlinin On birinci ilçesi olarak teşkilatlanmıştır.
Türkiye’nin en eski yerleşim merkezlerinden biri olan ilçe M.Ö. 305 yılında Seleucus Nicator tarafından Musa dağı eteklerinde deniz kıyısına uzanan alanda Antakya’nın bir liman kenti olarak kurulmuştur.
İlk adı Seleucia Pieria’dır. M.S. I. yüzyılın ikinci yarısında kent Roma İmparatorluğu egemenliğine girmiştir. İki Roma İmparatoru Vespasianus ile Titus yöreden geçen derenin ve su akıntılarının liman dışına akıtılması amacıyla bir kanal yapmışlardır. Şu anda Titus Tüneli Kapısuyu Köyü Çevlik tatil yöresinde mevcudiyetini korumaktadır. İlçe daha sonraları İslam egemenliğine girmiş, sırasıyla Selçuklular, Fatımiler ile Memlüklerin egemenliği altında kalmıştır. XVI. yüzyıl başlarından 1918’e kadar Osmanlı yönetimi hüküm sürmüştür. 1918-1939 yılları arasında Fransız işgali altında kalan bölge, 1939’da Türkiye Cumhuriyeti yönetimine katılmıştır. 1940-1948 yılları arasında Suveydiye adıyla Antakya’ya bağlı bir bucak iken 11 Haziran 1947 tarih ve 5070 sayılı kanunla SAMANDAĞ ismi ile ilçenin kuruluşu kabul edilmiş, 1948’de Samandağ ilçe statüsüne kavuşmuştur.
İlçede tipik bir Akdeniz iklimi hakimdir. İlçe merkezi, 12 belde ve 31 köyden oluşmaktadır. İlçe ekonomisinin temelini narenciye ve sera altı sebzecilik oluşturmaktadır. Temel uğraş olan narenciye ürünlerinden portakal, mandalina, limon gibi çeşitler bol miktarda üretilmektedir. İkinci sırada diğer meyve çeşitleri olarak hurma, erik, kayısı yer almaktadır. Sera altı turfanda sebzeciliğinde domates, biber, salatalık, fasulye, kabak ve patlıcan ile az miktarda çilek ve karanfil yetiştirilmektedir. İlçenin orman köylerinde hayvancılık iyi bir düzeydedir. Hemen hemen her evde sığır yetiştiriciliği yapılmaktadır. Ekonomik yönden gelişmesinde diğer önemli bir unsur ilçe halkının % 15-20 oranında yurt dışında özellikle Arap ülkelerinde çalışmalarıdır. İlçe ekonomisinde rol oynayan diğer bir husus ise nakliyeciliktir. İlçede sanayi gelişmemiştir.
Payas bölgesinde yerleşim neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Anadolu’yu Suriye ve Ortadoğu’ya bağlayan en kullanışlı yol güzergahı üzerinde olması sebebiyle tarihin her döneminde Payas bölgesi stratejik bakımdan önemli bir yerleşim bölgesi olmuştur.
Payas’ın eski çağlardaki adı Baias'tır. Sonraları Bayyas, Bayas ve son olarak da bu günkü hali olan Payas adını almıştır. Antik çağlara ilişkin elimizde çok fazla kayıt yok. Ancak Karbeyaz bölgesindeki yoğun mezarlardan Payas’ın Hititler döneminde önemli bir şehir olduğu sonucunu çıkarıyoruz.
Payas Bölgesi tarih boyunca çok önemli savaşlara sahne olmuştur. Bunlardan ilki Askeri ve siyasi yönden çok güçlü olan Pers Kralı Dara ile ünlü filozof Aristo'dan aldığı eğitimle eski Yunan kültürünü yani Helenizmi dünyaya hakim kılmak için yola çıkan Makedonya Kralı Büyük İskender arasındaki savaş, MÖ 333'te ki büyük savaştır. Bazı kaynaklar bu savaşın İsos (Erzin civarında )olduğunu söylese de Adana üzerinden gelen Büyük İskender'i arkadan vurmak için Antakya üzerinden gelen Pers Kralı Dara, Dumdum Ovası'nı geçip Aslanlıbeli'nden Nurdağı'nı aşarak ovaya inmiştir. Bu saldırıyı haber alan İskender karargahını İskenderun'da kurarak Dara'yı beklemiş, iki ordu MÖ 33'ün baharında ova Payas/Deliçay kenarında karşılaşmıştır. Yapılan savaşı İskender kazanmış, Dara'nın hazineleriyle birlikte ailesini de teslim almıştır. Bu dönemde Payas İsos'u da içine alan oldukça büyük bir şehir konumundadır.
Bu savaştan başka, zamanın en büyük iki devleti Bizans İmparatoru Heraklius ile İran Kralı 11.Hüsrev zamanında 622'de yapılan dünya savaşı Payas'ta olmuştur. Bu savaşta İranlılar Bizanslıları yenmişler ve ateşperest olan İranlıların ehli kitap olan Bizanslıları yenmesi Müslümanları da üzmüştür.
İzleyen Dönemlerde Payas, bu sefer de hac yolu üzerinde olması sebebiyle önemini korumuştur. Haçlıların İlk seferlerinde Anadolu’dan Payas üzerinden çıktıkları bilinmektedir. Payas’taki Cin Kule’nin gözetleme amacıyla 13.yy da yapıldığı tahmin edilmektedir.Bölge Kısa bir süre haçlı egemenliğinde kalmıştır.
Barbaros Hayrettin Paşa Gazavat’ül Barbaros Hayreddin adlı hatıratında ilk korsanlık yıllarında abisi Oruç Reisin Memluk Sultanı tarafından itibar gördüğünü, Oruç reisten memnun olan Memluk Sultanı’nın Adana Valisine emir göndererek Oruç Reis için Payas’dan kereste kesilmek suretiyle Payas Körfezinde 10 parça gemiden oluşan bir donanma hazırlamasını emrettiğini nakleder. Ancak oluşturulan donanma daha ilk sefere çıkamadan yine Payas Körfezinde Venedikliler tarafından yapılan baskınla batırılır. Barbaros Hayrettin Paşanın naklettiklerinden 16.yy başında henüz Mısır Osmanlı egemenliğine girmeden, bu günkü İskenderun Körfezi’nin o dönemde Payas Körfezi olarak anıldığını görüyoruz.Bu da bize o dönemde Payas’ın çok önemli bir merkez olduğunu gösteriyor.
Memluklulerden sonra bölgeye kısa bir süre Ramazanoğulları hakim olmuşlar ardından da Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi ile Bölge Osmanlıların eline geçmiştir. Hac yolu üzerinde olması nedeniyle Osmanlılar Payas’a önem vermişler ve eski kaleyi yerinden sökerek 1567-1571 tarihleri arasında bu günkü kale ve hendeği yapmışlardır.Cami Hamam ve imaret ise 1568-1574 yılları arasında tamamlanmıştır.
Payas kalesi, kervansarayı ve limanı ile uzun bir dönem önemini korumuştur .
Osmanlı Devleti tüm doğu seferlerinde Payas limanını lojistik İkmal üssü olarak kullanmıştır. Son olarak 4.Murat ünlü Bağdat seferinde tüm lojistik ikmalini Payas üzerinden yapmıştır . Zaten o dönemden sonra Osmanlı Devleti bu bölgede büyük bir sefer yapmamıştır.
Evliya Çelebi de ünlü seyahatnamesinde Payas’tan oldukça teferruatlı bir şekilde bahseder. Buna göre 17.yy da Payas’ın nüfusunun 8.000 civarında olduğunu anlıyoruz.Yine Evliya Çelebinin anlattıklarından o dönemde de turunç, üzüm ve incirin bölgenin en dikkate değer ürünleri olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Evliya Çelebi yol üstündeki kervansaraylardan en lüzumlusu olarak Payas kervansarayını göstermiştir. Bu da Payas’ın 17.yy'daki önemini göstermek açısından dikkate değerdir.
Bu dönemden sonra Payas bölgesinin Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte duraklayıp gerilediğini gözlemliyoruz. 17.Yy da 8.000 olan nüfusun Cumhuriyetin ilk yıllarında 6.000 civarında olması bizim için önemli bir göstergedir.
17.yy dan I.Dünya savaşı sonuna kadar Payas tarihindeki en önemli olay 19.yy'daki büyük isyan hareketlerinden sonra Payas’ın çevredeki İskenderun, Belen, Antakya, Hassa ve Reyhanlı ile birlikte Halep Vilayeti’ne bağlanmasıdır.
1.Dünya savaşı sırasında kısa bir süre Fransız işgaline uğrayan Payas işgalden fazla etkilenmemiştir. Her ne kadar 200 kişilik bir Fransız birliği ve atanmış bir Fransız kaymakamı bulunsa da Bölgedeki çete faaliyetlerinin Payas’ın dağlarında ve özellikle Fındık yaylasında üstlenmesi sonucu işgal hiçbir zaman etkili olmamıştır.
Cumhuriyetin Kurulmasıyla birlikte Payas Çayı(Deliçay) Hatay ile sınır hattı olmuş ve Payas kısa bir süre Seyhan (Adana) iline bağlı bir sınır kasabası kimliğine bürünmüştür. Hatay meselesine büyük önem veren Atatürk; sağlık sorunlarının son safhada olduğu 1938 yılında Dörtyol’a gelmiş, Hatay meselesine ilişkin istihbarat çalışmalarını bizzat Payas kalesinde hazırlanan odasından takip etmiştir.
1939 yılında Hatay’ın Anavatana katılımıyla Payas Hatay’a bağlanmıştır.1970 li yıllara kadar bir tarım ve bahçecilik beldesi olan Payas Demir_Çelik Fabrikasının kurulmasıyla bir anda büyümüş, 7.000'lerde olan nüfusu 35.000 lere adeta fırlamıştır. O günden bu yana istikrarlı bir şekilde büyüyen Payas 2013 yılında ilçe olmuştur.Bu gün sanayi ve ticarete dayalı ekonomisi, tarihi ve doğal güzellikleriyle Türkiye’nin gözde ilçeleri arasında yer almaktadır.
İlçenin tarihi durumu milattan önceki yüz yıllara kadar uzanmaktadır. Bölgenin batısında bulunan ve yörenin en yüksek yeri olan Keldağ üzerinde mahalli ismi Harabe Kilise olarak bilinen ve tarihi kayıtlara göre ismi Barlahan olan kilisede yapılan kazılarda üç devreye ait paralar bulunmuştur. Bu paraların İyonyalılar'a, Romalılar'a ve Abbasiler'e ait olduğu tespit edilmiştir.
Yine aynı bölgede Montblace isminde bir şehrin bulunduğu ve dünyanın üçüncü büyük şehri olduğu, bütün kervan yollarının buradan geçtiği, dünyada ilk olarak şarapçılık ve ipekçilik monopolünün burada kurulduğu, 60 odalı hastanenin yapıldığı tespit edilmiştir. Şehrin üzerinde kurulduğu Keldağ' ın volkanik bir dağ olması dolayısıyla bir püskürme neticesinde şehrin tamamen yok olduğu belirtilmektedir. Yine Keldağ üzerinde bulunan bu kilisenin 1700 yıllık olduğu, Senpiyer kilisesinden sonra yapıldığı araştırma neticesinde ortaya çıkmıştır.
Ayrıca Denizgören köyünün Bayındır adı verilen mevkiinde Hocalar kilisesinden önce yapıldığı, şu savla ileri sürülmektedir. Hıristiyanlık dininin ilk ortaya çıktığı dönemde bu dine mensup olan çeşitli baskılarla karşılaşmakta ve bu kişiler genellikle gözden uzakta, saklanması ve kaçması kolay olan yerlerde yetiştirilmektedir. Bu sebeple Hıristiyanlık dinin içerisindeki resimler özelliğini günümüze kadar korumuştur.
İlçe daha sonra Osmanlılar'ın idaresine geçmiş I. Dünya Savaşı sonuna kadar bu yönetime bağlı olarak kalmıştır. Evliya ÇELEBİ Seyahatnamesinde ilçeden Trablusgarp Şam'a bağlı ORDU köyü olarak bahsetmektedir.
I. Dünya Savaşının sonunda ilçe Fransız işgaline uğramış ve 18 yıl Fransız yönetiminde kalmıştır. Hatay’ın müstakil devlet olması üzerine bir yıl Hatay devletinin bir ilçesi olmuş ve Hatay’ın Anavatan'a ilhakı ile 1939 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne katılmıştır.
İlçenin ismi Karadeniz bölgesindeki "Ordu" ile karıştırılmaması için ilçenin doğusunda bulunan Yayladağı adından esinlenerek YAYLADAĞI olarak değiştirilmiştir.